27 Eylül 2011 Salı
Bizim Köyün Evleri
Bu ev Yukarıkoçlu'dan değil. Ama dağ salının tipik bir evi. Değerli araştırmacı Çetin Koşar'ın objektifinden. Koğuz köyünde çekilmiş.
Çatıdan başlayalım. Bu tür çatılara "döng üstüne" derler (yanlış hatırlıyorsam düzeltenler çıkar inşallah. Bir de "beşik örtüsü" denen çatı tipi vardır. Bizim oralarda daha çok sayada, samanlıkta kullanılır. Şehirlerde evlerde de kullanılıyor.). Fotograftaki baca yeni usül, yani ocak ateşi için değil, sobaya uyarlanmış, bu nedenle de küçük ve ince. Eski usül baca fotografı bulmak mümkün mü bilmem? Çatıyı örten kiremit de yeni sayılabilecek bir örtü biçimi. Eskiden kökönar ağacından ince ince şeritler kesilir, bunlar üst üste konulur, çivilenir ve sugeçirmeyen ama kiremite göre de çok hafif bir örtü oluşturulurdu. Belki sıkça değiştirme gerektirmesi de bir kusur sayılabilirdi ama en önemli dezavantajı kolayca tutuşmasıydı. Bacadan sıçrayan bir kıvılcım, özellikle rüzgarın (akyel?) kuvvetli estiği zamanlarda bütün köyü yerle yeksan edebilirdi.
İki tane kapı var yan yana. Soldaki insanların 2. kattaki odalara çıkmak için kullandığı kapıdır. Fotograftaki gibi her zaman açık olmaz. Bazı evlerde bu kapının üzerine koç boynuzları, nadirattan geyik boynuzu, bazen de at nalı çaıklı olur. Sağdaki kapı "hayat kapısı"dır. Buradan insan trafiğiyle birkite hayvan trafiği de işler. Hayvanlar evin alt katındaki "tam"da kalırlar. Hayat tamların önündeki genişçe alana verilen isimdir.
Evin pencereleri hem sayısındaki azlıkla, hem de pencerelerin küçüklüğü ile dikkatinizi çekmiş olabilir. Cumhuriyet'in ilk on yıllarında bu pewncereler daha da küçükmüş, "penek" tabir edilecek kadar, çünkü cam bulmak oldukça zor bir işmiş. Gündüzleri içeriye bir miktar ışık girmesine müsade eden bu pnekeler geceleri çaput tıkanarak kapatılırmış. Sayı azlığı da ısınmayla ilgili bir şey olsa gerek.
Bu pencereler iki parçalıdır ama yanlara açılan iki kanadı yoktur. Üst parça sabittir, alt parça yukarı doğru sürülerek açılır. Kafa ya da vücudun belden yukarısı bu aralıktan dışarı çıkarılır.
Bu evlerde oda sayısı genellikle 2-4 arasındadır. Odalara "ev" denmesi genellikle bu odaların herbirinin ayrı bir aileyi (yani erkek kardeşleri ve evladu iyalini) barındırmasından olsa gerek. "Evin önü" dendiği zaman odaların dışında kalan daha geniş bir bölüm anlaşılır.
Köyümüzün evlerinde şehirlerdeki anlamda bir mutfak yoktur. Yemekler genellikle ocaklı odada hazırlanır ve pişirilir, ancak bulaşık evlerin arka kısmında hela, hamamlık gibi ek bölümlerin yakınında yer alan "apdeslük"te yıkanır.
(sürecek)
24 Eylül 2011 Cumartesi
Görünen Köy
"Eşek", Pardon, "Merkep"
Fotograf Nazım Zengin'in objektifinden.
Bakmayın adının kötüye çıkmasına, dağ sallarının çilekeş insanlarının çilekeş dostudur eşek. Diken yiyip onca ağır yükü, başka bir hayvanın gidemeyeceği yollarda taşıyan odur. Evet, "zerduz palan ursan eşek yine eşektir" ama Ziya Paşa'nın sözünü ettiği eşek insanın kafasızıdır. Rahmetli babam bunun için olsa gerek söz konusu hayvandan hep "merkep" diye söz ederdi.
Eşeğin yavusuna sıpa derler, sıpa büyüdümüydü biraz "hotuk" olur. Bir de "hotmak" sözü vardır bizim oralarda. Bazı yörelerde "tavşan yavrusu" anlamına kullanılırmış ama Yukarıkoçlu'da eşekle irtibatlandırılıp "hotmak aazlu"(ağızlı) "hotmak buunnu" (burunlu) gibi sıfatlar duyduğumu söyleyebilirim.
Değmen
Değmen, yani değirmen sadece buğday vb. tahılların öğütüldüğü bir yer değildir. Değmen kültürün bir parçası, muhayyilenin kapılarından biridir.
Benim bildiğim, gittiğim, buğday öğüttüm, bir gece yattığım değmen "cami değmeni"dir. Sakın a'yı uzatmayın, "caami" falan demeyin, burası "cami" değmenidir. Cami tabii ki okumuş yazmışlarımızın a'sını uzatarak okuduğu, müslümanların ibadet ettiği, toplanma yeri, camidir, ama uzatmayı sevmeyen benim insanım ona a'sı kısa cami demiştir.
Uzun uzun zamanlar önce etraftaki köyler (Gağşak, Zıbo köyü, Çongo köyü, Herecoköyü, Goltak köyü, muhtemelen Köse köyü, hatta Öküzdaşı köyü...) cuma namazını bu değmenin yakınında kılarlarmış, o nedenle bu ad verilmiş değmene.
Ben değmene iki defa gittiğimi hatırlıyorum. İlk gidişimde herhale ilkokul öğrencisiydim, 10 yaş dolaylarında. Mevsim yazdı. Bafra'dan köye gelmiştik. Anamla beraber birilerinden eşek bulmuş, eşeğe buğdayı vurup öğütmeye gitmiştik. Gece orada kalmıştık. Değmenin ocağında kül çöreği yapmıştı anam. Hala o çöreğin tadını damağımda, kokusunu burnumda hissederim.
Türkü "değirmenin bendine/döner kendi kendine" diye yakılmış, ama bildiğim kadarıyla değirmenler öyle kendi kendine dönüp durmaz. Suyu getiren bendin önünde "savak" vardır. Değirmendeki iş bitirilince savak açılır ve su boşa akmaya başlar. Değirmenin döndürülmesi için savağın kapatılması, suyun değirmenin milindeki çarka yönlendirilmesi gerekir.
Değirmen taşları tahıllara ve birbirine sürttükçe aşınır. Verimli çalışması için taşların üzerindeki pürüzlerin (dişlerin" yenilenmesi (taşların "dişenme"si)gerekir. Bunun için "dişo(ğ)" denilen çekice benzer bir alet kullanılır.
Değirmenin şimdi hatırlayamadığım başka ayarları da vardı. Bunları yapmak için bir "değmenci"ye her zaman ihtiyaç olmu. Benim gittiğim dönemde bu işlere "Dodaş" bakardı.
(Sürecek)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)