27 Eylül 2011 Salı
Bizim Köyün Evleri
Bu ev Yukarıkoçlu'dan değil. Ama dağ salının tipik bir evi. Değerli araştırmacı Çetin Koşar'ın objektifinden. Koğuz köyünde çekilmiş.
Çatıdan başlayalım. Bu tür çatılara "döng üstüne" derler (yanlış hatırlıyorsam düzeltenler çıkar inşallah. Bir de "beşik örtüsü" denen çatı tipi vardır. Bizim oralarda daha çok sayada, samanlıkta kullanılır. Şehirlerde evlerde de kullanılıyor.). Fotograftaki baca yeni usül, yani ocak ateşi için değil, sobaya uyarlanmış, bu nedenle de küçük ve ince. Eski usül baca fotografı bulmak mümkün mü bilmem? Çatıyı örten kiremit de yeni sayılabilecek bir örtü biçimi. Eskiden kökönar ağacından ince ince şeritler kesilir, bunlar üst üste konulur, çivilenir ve sugeçirmeyen ama kiremite göre de çok hafif bir örtü oluşturulurdu. Belki sıkça değiştirme gerektirmesi de bir kusur sayılabilirdi ama en önemli dezavantajı kolayca tutuşmasıydı. Bacadan sıçrayan bir kıvılcım, özellikle rüzgarın (akyel?) kuvvetli estiği zamanlarda bütün köyü yerle yeksan edebilirdi.
İki tane kapı var yan yana. Soldaki insanların 2. kattaki odalara çıkmak için kullandığı kapıdır. Fotograftaki gibi her zaman açık olmaz. Bazı evlerde bu kapının üzerine koç boynuzları, nadirattan geyik boynuzu, bazen de at nalı çaıklı olur. Sağdaki kapı "hayat kapısı"dır. Buradan insan trafiğiyle birkite hayvan trafiği de işler. Hayvanlar evin alt katındaki "tam"da kalırlar. Hayat tamların önündeki genişçe alana verilen isimdir.
Evin pencereleri hem sayısındaki azlıkla, hem de pencerelerin küçüklüğü ile dikkatinizi çekmiş olabilir. Cumhuriyet'in ilk on yıllarında bu pewncereler daha da küçükmüş, "penek" tabir edilecek kadar, çünkü cam bulmak oldukça zor bir işmiş. Gündüzleri içeriye bir miktar ışık girmesine müsade eden bu pnekeler geceleri çaput tıkanarak kapatılırmış. Sayı azlığı da ısınmayla ilgili bir şey olsa gerek.
Bu pencereler iki parçalıdır ama yanlara açılan iki kanadı yoktur. Üst parça sabittir, alt parça yukarı doğru sürülerek açılır. Kafa ya da vücudun belden yukarısı bu aralıktan dışarı çıkarılır.
Bu evlerde oda sayısı genellikle 2-4 arasındadır. Odalara "ev" denmesi genellikle bu odaların herbirinin ayrı bir aileyi (yani erkek kardeşleri ve evladu iyalini) barındırmasından olsa gerek. "Evin önü" dendiği zaman odaların dışında kalan daha geniş bir bölüm anlaşılır.
Köyümüzün evlerinde şehirlerdeki anlamda bir mutfak yoktur. Yemekler genellikle ocaklı odada hazırlanır ve pişirilir, ancak bulaşık evlerin arka kısmında hela, hamamlık gibi ek bölümlerin yakınında yer alan "apdeslük"te yıkanır.
(sürecek)
24 Eylül 2011 Cumartesi
Görünen Köy
"Eşek", Pardon, "Merkep"
Fotograf Nazım Zengin'in objektifinden.
Bakmayın adının kötüye çıkmasına, dağ sallarının çilekeş insanlarının çilekeş dostudur eşek. Diken yiyip onca ağır yükü, başka bir hayvanın gidemeyeceği yollarda taşıyan odur. Evet, "zerduz palan ursan eşek yine eşektir" ama Ziya Paşa'nın sözünü ettiği eşek insanın kafasızıdır. Rahmetli babam bunun için olsa gerek söz konusu hayvandan hep "merkep" diye söz ederdi.
Eşeğin yavusuna sıpa derler, sıpa büyüdümüydü biraz "hotuk" olur. Bir de "hotmak" sözü vardır bizim oralarda. Bazı yörelerde "tavşan yavrusu" anlamına kullanılırmış ama Yukarıkoçlu'da eşekle irtibatlandırılıp "hotmak aazlu"(ağızlı) "hotmak buunnu" (burunlu) gibi sıfatlar duyduğumu söyleyebilirim.
Değmen
Değmen, yani değirmen sadece buğday vb. tahılların öğütüldüğü bir yer değildir. Değmen kültürün bir parçası, muhayyilenin kapılarından biridir.
Benim bildiğim, gittiğim, buğday öğüttüm, bir gece yattığım değmen "cami değmeni"dir. Sakın a'yı uzatmayın, "caami" falan demeyin, burası "cami" değmenidir. Cami tabii ki okumuş yazmışlarımızın a'sını uzatarak okuduğu, müslümanların ibadet ettiği, toplanma yeri, camidir, ama uzatmayı sevmeyen benim insanım ona a'sı kısa cami demiştir.
Uzun uzun zamanlar önce etraftaki köyler (Gağşak, Zıbo köyü, Çongo köyü, Herecoköyü, Goltak köyü, muhtemelen Köse köyü, hatta Öküzdaşı köyü...) cuma namazını bu değmenin yakınında kılarlarmış, o nedenle bu ad verilmiş değmene.
Ben değmene iki defa gittiğimi hatırlıyorum. İlk gidişimde herhale ilkokul öğrencisiydim, 10 yaş dolaylarında. Mevsim yazdı. Bafra'dan köye gelmiştik. Anamla beraber birilerinden eşek bulmuş, eşeğe buğdayı vurup öğütmeye gitmiştik. Gece orada kalmıştık. Değmenin ocağında kül çöreği yapmıştı anam. Hala o çöreğin tadını damağımda, kokusunu burnumda hissederim.
Türkü "değirmenin bendine/döner kendi kendine" diye yakılmış, ama bildiğim kadarıyla değirmenler öyle kendi kendine dönüp durmaz. Suyu getiren bendin önünde "savak" vardır. Değirmendeki iş bitirilince savak açılır ve su boşa akmaya başlar. Değirmenin döndürülmesi için savağın kapatılması, suyun değirmenin milindeki çarka yönlendirilmesi gerekir.
Değirmen taşları tahıllara ve birbirine sürttükçe aşınır. Verimli çalışması için taşların üzerindeki pürüzlerin (dişlerin" yenilenmesi (taşların "dişenme"si)gerekir. Bunun için "dişo(ğ)" denilen çekice benzer bir alet kullanılır.
Değirmenin şimdi hatırlayamadığım başka ayarları da vardı. Bunları yapmak için bir "değmenci"ye her zaman ihtiyaç olmu. Benim gittiğim dönemde bu işlere "Dodaş" bakardı.
(Sürecek)
4 Ağustos 2011 Perşembe
Yukarıkoçlu Kar Altında
Kaynak: http://yukarkoclukoyu-sadikduran.blogspot.com
Sıcak yaz günlerinde içimizi serinletmek için...
Karşıda "Dütmen" görülüyor. Yüce dağların insanımızın ruhundaki yerini her geçen gün daha iyi anlıyorum.
Bakmayın "Yukarıkoçlu karlar altında" dememe, kar falan yağmaz Yukarıkoçlu'ya. Oraya yağan "gış"tır. "Gış er gelü, bıyılın çok gış yağar... Kürtük yolları gapatu. Aletirik kesülü". Rahmetli nenemin sesi kulaklarımda çınlar "Gış zulumdü oğul".
3 Ağustos 2011 Çarşamba
IRAMAZAN
Bayılırım halkımın dil bilincine. "I"yı eklemiş "r" ile başladığı için Ramazan'ın başına. Yukarıkoçlu'da da capcanlıdır bu dil bilinci.
Eskiden Ramazan ayında doğan çocuklara Ramazan adı verilirmiş. Ramazanlardan bir Ramazan bir amcamız dünyaya gelmiş ve çok yaşamadan vefat etmiş, adı Ramazan'mış. Allah rahmet eylesin. Çoktandır Ramazan adının verildiğini duymadım çocuklara. Bir güzel ad koyma geleneğimiz daha yenik düşüyor zamana. Zamanla tabiiki değişecek bir şeyler ama köksüz, ruhsuz, taklitçi değişimler acıtıyor ruhumu.
Nerede o eski Ramazanlar denince genellikle İstanbul'un Direklerarası eğlenceleri ve Anadolu'daki taklitleri anlaşılır. Ben de nerede o eski ramazanlar diyorum ama anlatmak istediğim eski Ramazanlardaki samimiyet... "Kocakarının imanı" var ya, o imandaki gibi bir samimiyet.
O Ramazanlardaki samimi insanları bir telaş alırdı mübarek ay yaklaşınca. Köyde sürekli bir din görevlisi olmayınca bir Hoca tutulurdu. Benim hatırladığım üç Hoca var. Birisi "Türkmen Hoca"... Bir zamanlar pehlivan yapılı olduğu anlaşılan kalınca gözlüklü, kırmızı yanaklı bir zat. İki ya da üç Ramazan ayında Yukarıkoçlu Zıbo mahallesinde Ramazan hocalığı yapmıştı. İlk tanıştığımız günlerdi, bana nerelerde okuduğumu sormuştu. Anlatmıştım, "ilk, orta, lise, halen üniversite" diye. "Hep dünyan için çalışmışsın" deyince içimden bir güzel kızmıştım. Kızmamın nedeni hem üniversiteye gidip hem de kendisine saygıda kusur etmeyen bir gencin takdir edilme beklentisini yerle bir etmesindendi. Beklenti içinde olmak gençliğe özgü bir durumsa bazı insanlar 7'sinde de 70'inde de genç oluyorlar demek ki...
"Türkmen Hoca"yla ilgili unutamadığım bir anı da "Şehr-i Ramazan" tabiriyle ilgili. Bir vaaz sırasında Kuran'da bu tabirin geçtiği ayeti okuduktan sonra "Ey cemaat, bu ayeti kerimede Allahü Teala Ramazan ayını bir 'şehire benzetiyor" demez mi... Şehr, şehiri çağrıştırıyor ya, önemi yok Arapça'da ay anlamına gelmesinin.
"Türkmen Hoca" dini eğitim açısından belki eksikleri olan, ama samimi, olduğu gibi olan bir adamdı. Adını soyadını hatırlayamıyorum. Türkmem Hoca da bir lakap falan değil, Yukarıkoçluların Türkmenler diye andıkları köylerden birinden olması nedeniyle benim yakıştırdığım bir adlandırma. Yanılmıyorsam bir kaç yıl önce vefat etti. Allah rahmet eylesin.
Ramazan Hoca'larının görevlerinden biri de "boru" çalmaktı. Caminin ya da namaz kılınan köy odası gibi bir yerin önündeki açık ve yüksek bir yerde ezanı okuduktan sonra "boru" çalınırdı. Hoparlör olmadığı için hocanın sesi pek uzaklara gitmezdi, borunun sesi daha uzaklardan duyulabilirdi. Bu nedenle köy ahalisi ezan sesinden çok boru sesine tabi olarak iftar ederdi. Hoca'nin izinli olduğu günlerden bir kaçında boru çaldığım vakidir.
Bir başka Ramazan hocamız gençten bir delikanlı idi. Süleymancı tabir edilen çevreden, ellerini bitiştirerek dua eden, cemaatinden birinin bir önceki yıl Kadir Gecesi'ni bildiğini anlatan bir kişiydi. Bana "kurtulmuşlar"dan olmam için epey telkinde bulunmuştu.
Adını soyadını hatırladığım, hala haberleştiğim son Ramazan hocası Salih Hoca'dır. Yanılmıyorsam o zamanlar Alaçam İmam-Hatip Lisesi öğrencilerindendi. Alaçam müftüsü seçkin öğrencileri hem deneyim kazansınlar hem de okul harçlıklarını çıkarsınlar için "cer'e çıkarmış"tı.
Ramazan hocaları evlere davet edilir, geçmişlerin ruhuna Kuran okutulup dua ettirilirdi. Kadir gecesinde gelenekselleşen dini erkanı da yerine getirirlerdi. Hatim indirtenler eksik olmazdı.
Ramazan sofraları meşhurdur. Sıradan Ramazan günlerinde hoşaf dışında normal zamanlardan farkı olmazdı sofraların, ama iftar daveti varsa durum farklı olurdu. En baba yemek karalahanadan yapılan ve üzerine sarımsaklı yoğurt konan dolma idi. Bahtınııza, davet sahibinin imkanlarına göre tirit, keşkek, bulgur pialvı, tavada odun ateşinde pişirilmiş börek, haşlanmış tavuk da sofrada bulunabilirdi. Benim unutamadığın Ramazan yiyeceği nur içinde yatsın, rahmetli Gülizar halamın yaptığı su börekleridir. Aman Allah'ım, böyle mi güzel yapılırdı o börekler...
Temcitten bozularak "temşüt" denilen sahurlar hala aynı düzende devam eder mi Yukarıkoçlu'da bilmiyorum. Benim şahidi olduğum temşütlerde evin kadınları imsaktan en az bir saat önce kalkarlar, ocak ateşini takıp saçı kızdırdıktan sonra akşamdan mayaladıkları hamurdan yağlı ekmek yaparlardı. Deyimlere konu olan temcid pilavı falan olmazdı bu sofralarda. Sonra sofra kurulur, ev ahalisi yarı uyur yarı uyanık karaca erik hoşafına kaşık sallayarak yerdi o yağlı ekmekleri. Yağın tadını, mayanın ekşisini ve karaca eriğin aromasını hala damağımda hissederim.
Eskiden Ramazan ayında doğan çocuklara Ramazan adı verilirmiş. Ramazanlardan bir Ramazan bir amcamız dünyaya gelmiş ve çok yaşamadan vefat etmiş, adı Ramazan'mış. Allah rahmet eylesin. Çoktandır Ramazan adının verildiğini duymadım çocuklara. Bir güzel ad koyma geleneğimiz daha yenik düşüyor zamana. Zamanla tabiiki değişecek bir şeyler ama köksüz, ruhsuz, taklitçi değişimler acıtıyor ruhumu.
Nerede o eski Ramazanlar denince genellikle İstanbul'un Direklerarası eğlenceleri ve Anadolu'daki taklitleri anlaşılır. Ben de nerede o eski ramazanlar diyorum ama anlatmak istediğim eski Ramazanlardaki samimiyet... "Kocakarının imanı" var ya, o imandaki gibi bir samimiyet.
O Ramazanlardaki samimi insanları bir telaş alırdı mübarek ay yaklaşınca. Köyde sürekli bir din görevlisi olmayınca bir Hoca tutulurdu. Benim hatırladığım üç Hoca var. Birisi "Türkmen Hoca"... Bir zamanlar pehlivan yapılı olduğu anlaşılan kalınca gözlüklü, kırmızı yanaklı bir zat. İki ya da üç Ramazan ayında Yukarıkoçlu Zıbo mahallesinde Ramazan hocalığı yapmıştı. İlk tanıştığımız günlerdi, bana nerelerde okuduğumu sormuştu. Anlatmıştım, "ilk, orta, lise, halen üniversite" diye. "Hep dünyan için çalışmışsın" deyince içimden bir güzel kızmıştım. Kızmamın nedeni hem üniversiteye gidip hem de kendisine saygıda kusur etmeyen bir gencin takdir edilme beklentisini yerle bir etmesindendi. Beklenti içinde olmak gençliğe özgü bir durumsa bazı insanlar 7'sinde de 70'inde de genç oluyorlar demek ki...
"Türkmen Hoca"yla ilgili unutamadığım bir anı da "Şehr-i Ramazan" tabiriyle ilgili. Bir vaaz sırasında Kuran'da bu tabirin geçtiği ayeti okuduktan sonra "Ey cemaat, bu ayeti kerimede Allahü Teala Ramazan ayını bir 'şehire benzetiyor" demez mi... Şehr, şehiri çağrıştırıyor ya, önemi yok Arapça'da ay anlamına gelmesinin.
"Türkmen Hoca" dini eğitim açısından belki eksikleri olan, ama samimi, olduğu gibi olan bir adamdı. Adını soyadını hatırlayamıyorum. Türkmem Hoca da bir lakap falan değil, Yukarıkoçluların Türkmenler diye andıkları köylerden birinden olması nedeniyle benim yakıştırdığım bir adlandırma. Yanılmıyorsam bir kaç yıl önce vefat etti. Allah rahmet eylesin.
Ramazan Hoca'larının görevlerinden biri de "boru" çalmaktı. Caminin ya da namaz kılınan köy odası gibi bir yerin önündeki açık ve yüksek bir yerde ezanı okuduktan sonra "boru" çalınırdı. Hoparlör olmadığı için hocanın sesi pek uzaklara gitmezdi, borunun sesi daha uzaklardan duyulabilirdi. Bu nedenle köy ahalisi ezan sesinden çok boru sesine tabi olarak iftar ederdi. Hoca'nin izinli olduğu günlerden bir kaçında boru çaldığım vakidir.
Bir başka Ramazan hocamız gençten bir delikanlı idi. Süleymancı tabir edilen çevreden, ellerini bitiştirerek dua eden, cemaatinden birinin bir önceki yıl Kadir Gecesi'ni bildiğini anlatan bir kişiydi. Bana "kurtulmuşlar"dan olmam için epey telkinde bulunmuştu.
Adını soyadını hatırladığım, hala haberleştiğim son Ramazan hocası Salih Hoca'dır. Yanılmıyorsam o zamanlar Alaçam İmam-Hatip Lisesi öğrencilerindendi. Alaçam müftüsü seçkin öğrencileri hem deneyim kazansınlar hem de okul harçlıklarını çıkarsınlar için "cer'e çıkarmış"tı.
Ramazan hocaları evlere davet edilir, geçmişlerin ruhuna Kuran okutulup dua ettirilirdi. Kadir gecesinde gelenekselleşen dini erkanı da yerine getirirlerdi. Hatim indirtenler eksik olmazdı.
Ramazan sofraları meşhurdur. Sıradan Ramazan günlerinde hoşaf dışında normal zamanlardan farkı olmazdı sofraların, ama iftar daveti varsa durum farklı olurdu. En baba yemek karalahanadan yapılan ve üzerine sarımsaklı yoğurt konan dolma idi. Bahtınııza, davet sahibinin imkanlarına göre tirit, keşkek, bulgur pialvı, tavada odun ateşinde pişirilmiş börek, haşlanmış tavuk da sofrada bulunabilirdi. Benim unutamadığın Ramazan yiyeceği nur içinde yatsın, rahmetli Gülizar halamın yaptığı su börekleridir. Aman Allah'ım, böyle mi güzel yapılırdı o börekler...
Temcitten bozularak "temşüt" denilen sahurlar hala aynı düzende devam eder mi Yukarıkoçlu'da bilmiyorum. Benim şahidi olduğum temşütlerde evin kadınları imsaktan en az bir saat önce kalkarlar, ocak ateşini takıp saçı kızdırdıktan sonra akşamdan mayaladıkları hamurdan yağlı ekmek yaparlardı. Deyimlere konu olan temcid pilavı falan olmazdı bu sofralarda. Sonra sofra kurulur, ev ahalisi yarı uyur yarı uyanık karaca erik hoşafına kaşık sallayarak yerdi o yağlı ekmekleri. Yağın tadını, mayanın ekşisini ve karaca eriğin aromasını hala damağımda hissederim.
29 Temmuz 2011 Cuma
GELENEKTEN GELECEĞE
Geçen gün yaşı 60'ın üzerinde bir dostumuz gençliğinden bahsederken askerlik yaptığı sırada babasının eşini ve çocuğunu da alarak kendisini ziyarete geldiğini, bu ziyaret sırasında çocuğunu kucağına dahi alamadığını gözleri dolarak anlattı.
Evet, bir baba çocuğunu kucağına dahi alamazdı büyüğünün yanında. Gelenek böyleydi. Sevemezdi. Sevgisini gösteremezdi. Sadece sevgiye mahsus değildi bu kısıtlama. Baba, büyüğünün yanında çocuğuna kızamazdı da. Gelenek böyleydi.
Şimdi zaman değişti. Gelenek yaz sıcağında karın eriyişi gibi eridi. Erimek zorundaydı, çünkü şartlar değişti. Geniş aile dağıldı, çekirdek aile yaygınlaştı. Tarım toplumunun küçük bir şirket gibi "iş" üzerine kurulu olan ailesi de yok artık.
Değişen sadece büyüklerle olan ilişkiler mi? Eşler arası ilişkiler de değişti. Nenelerimiz, hatta analarımız kocalarından söz ederken bir defa olsun adını söylememişlerdir. Ya "u" deyip geçiştirmişler ya da hoşa giden bir lakabı varsa onu zikretmişlerdir. Erkekler de pek farklı değillerdi ya... Bir amca tanırdım hanımından "bizim Köroğlu" diye bahseden. Hala geleneksel çevrelerde eşinden söz ederken "bizim çocuklar" diyen bir dolu "herif" var.
Nişanlıların görüşmemesi gerekirdi. Nişanlı kız müstakbel kocasından kaçardı. Eskiden dağda, bağda beraber çalışan bu insanlar "nişan"dan sonra adeta iki yabancı olmak zorundaydı. Nişanlısıyla eskaza yolda karşılaşan kız yolunu değiştirmezse ciddi eleştiriye tabi tutulurdu. Sanıyorum kırsal kesimde evlilik öncesi cinsel yakınlaşmalara karşı geliştirilmiş bir önlemdi bu "kaçma" işi.
Gelinlerin "söylememe"si vardı bir de. Kayınbabayla konuşmazlardı. Ayaklarını yıkayacak kadar yakın olan gelinin kayınbabayla konuşmaması sebeb-i hikmetini anlayamadığım bir gelenekti.
Gelenekte bunlar vardı. Kimbilir, gelecekte neler olacak?
Evet, bir baba çocuğunu kucağına dahi alamazdı büyüğünün yanında. Gelenek böyleydi. Sevemezdi. Sevgisini gösteremezdi. Sadece sevgiye mahsus değildi bu kısıtlama. Baba, büyüğünün yanında çocuğuna kızamazdı da. Gelenek böyleydi.
Şimdi zaman değişti. Gelenek yaz sıcağında karın eriyişi gibi eridi. Erimek zorundaydı, çünkü şartlar değişti. Geniş aile dağıldı, çekirdek aile yaygınlaştı. Tarım toplumunun küçük bir şirket gibi "iş" üzerine kurulu olan ailesi de yok artık.
Değişen sadece büyüklerle olan ilişkiler mi? Eşler arası ilişkiler de değişti. Nenelerimiz, hatta analarımız kocalarından söz ederken bir defa olsun adını söylememişlerdir. Ya "u" deyip geçiştirmişler ya da hoşa giden bir lakabı varsa onu zikretmişlerdir. Erkekler de pek farklı değillerdi ya... Bir amca tanırdım hanımından "bizim Köroğlu" diye bahseden. Hala geleneksel çevrelerde eşinden söz ederken "bizim çocuklar" diyen bir dolu "herif" var.
Nişanlıların görüşmemesi gerekirdi. Nişanlı kız müstakbel kocasından kaçardı. Eskiden dağda, bağda beraber çalışan bu insanlar "nişan"dan sonra adeta iki yabancı olmak zorundaydı. Nişanlısıyla eskaza yolda karşılaşan kız yolunu değiştirmezse ciddi eleştiriye tabi tutulurdu. Sanıyorum kırsal kesimde evlilik öncesi cinsel yakınlaşmalara karşı geliştirilmiş bir önlemdi bu "kaçma" işi.
Gelinlerin "söylememe"si vardı bir de. Kayınbabayla konuşmazlardı. Ayaklarını yıkayacak kadar yakın olan gelinin kayınbabayla konuşmaması sebeb-i hikmetini anlayamadığım bir gelenekti.
Gelenekte bunlar vardı. Kimbilir, gelecekte neler olacak?
19 Mart 2011 Cumartesi
SİNDİK...
Başlıktaki "sindik"in sinmekle, sindirilmekle ilgisi yok. "Sindik" yıllar önce anamdan duyduğum ve kökenini aradığım bir kelime.
Bir vesileyle hastalık ve ilaçlar bahsi açıldığında anam "Eskiden şimdiki gibi ilaç mı vardı be oğlum. Sindik ve tiryek derlerdi. Alaçam'dan getürüleridi. Çocuklara verüleridi. Unlardan yiyene yılan dokunmazımış derlerdi." demişti. Biraz daha konuşturduğumda "Oğlum derecenin içinde su gibi bi şey olu ya, civa mı ne derle ya, sindik ona benzerdi" demişti. O gün bu gün zamana zaman aklıma düşer sindik ve civayla ilişkisi.
Bir kaç gün önce yine aklıma düştü sindik. Google'dan baktım bir şey çıkmadı. TDK Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü'nde buldum 'sindik'i. Karadeniz'in ve İç Anadolu'nun Karadeniz'e yakın kısımlarında civa anlamında kullanılan bir sözmüş.
Anamdan sindik hakkında biraz daha bilgi aldım. Cevizin kabuğunda bir delik açıldığını, oradan cevizin içinin boşaltıldığını ve sindiğin orada saklandığını öğrendim.
Şimdilerde veba ile eşdeğer bir kötülük gibi değerlendirilen civanın bir zamanlar çokça kullanılan bir ilaç olması ilginç.
Aşağıdakileri bir bilen yazmış, adını not almayı unutmuşum, internetten bulunabilir. Lütfen beni bağışlasın.
Civayı tıbbi olarak kullanıma sokan kişinin Paraselsus olduğu söyleniyor. Yakın zamanlara kadar diüretik (Neohydrin tab, Cumertilin tab, Mercuzanthin tab, Salygran tab), antisifilitik, müshil (Calomel sol) ve antiseptik (Mercuric chloride sol, Harrington’s sol, Mercuric Cyanide sol, Mercuric potassium iodide sol, Yellow oxide of mercury, Ammoniated mercury ve citrine ointment) kullanılmış.
Phenylmercuric borate 1/500 solüsyon olarak yüzeysel yaralarda kullanılmış. Merbromin(mercurochrome) % 2 sol olarak halen kullanılmakta ( Amerikan tentürdiyodu). Thimerosal, nitromerosal, acetomeroctol inorganik türevlere göre daha az toksikmiş. Bunlarda kullanılan "etil merküri" imiş, idrarla süratle atılırmış. Vücutta biriken cıva "metil merküri" imiş.
Aşılarda kullanılan "thimerosal"daki cıva miktarı, 1 mikrogramdan azmış. Ayrıca bu cıva "etil merküri" imiş. Yani 1 miligramın binde birinden daha az.
Bu bir bilen "Bu miktarda cıva hastalık yapacak olsaydı, eskiden etraf otistik çocuklardan geçilmezdi" diyor.
Bir vesileyle hastalık ve ilaçlar bahsi açıldığında anam "Eskiden şimdiki gibi ilaç mı vardı be oğlum. Sindik ve tiryek derlerdi. Alaçam'dan getürüleridi. Çocuklara verüleridi. Unlardan yiyene yılan dokunmazımış derlerdi." demişti. Biraz daha konuşturduğumda "Oğlum derecenin içinde su gibi bi şey olu ya, civa mı ne derle ya, sindik ona benzerdi" demişti. O gün bu gün zamana zaman aklıma düşer sindik ve civayla ilişkisi.
Bir kaç gün önce yine aklıma düştü sindik. Google'dan baktım bir şey çıkmadı. TDK Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü'nde buldum 'sindik'i. Karadeniz'in ve İç Anadolu'nun Karadeniz'e yakın kısımlarında civa anlamında kullanılan bir sözmüş.
Anamdan sindik hakkında biraz daha bilgi aldım. Cevizin kabuğunda bir delik açıldığını, oradan cevizin içinin boşaltıldığını ve sindiğin orada saklandığını öğrendim.
Şimdilerde veba ile eşdeğer bir kötülük gibi değerlendirilen civanın bir zamanlar çokça kullanılan bir ilaç olması ilginç.
Aşağıdakileri bir bilen yazmış, adını not almayı unutmuşum, internetten bulunabilir. Lütfen beni bağışlasın.
Civayı tıbbi olarak kullanıma sokan kişinin Paraselsus olduğu söyleniyor. Yakın zamanlara kadar diüretik (Neohydrin tab, Cumertilin tab, Mercuzanthin tab, Salygran tab), antisifilitik, müshil (Calomel sol) ve antiseptik (Mercuric chloride sol, Harrington’s sol, Mercuric Cyanide sol, Mercuric potassium iodide sol, Yellow oxide of mercury, Ammoniated mercury ve citrine ointment) kullanılmış.
Phenylmercuric borate 1/500 solüsyon olarak yüzeysel yaralarda kullanılmış. Merbromin(mercurochrome) % 2 sol olarak halen kullanılmakta ( Amerikan tentürdiyodu). Thimerosal, nitromerosal, acetomeroctol inorganik türevlere göre daha az toksikmiş. Bunlarda kullanılan "etil merküri" imiş, idrarla süratle atılırmış. Vücutta biriken cıva "metil merküri" imiş.
Aşılarda kullanılan "thimerosal"daki cıva miktarı, 1 mikrogramdan azmış. Ayrıca bu cıva "etil merküri" imiş. Yani 1 miligramın binde birinden daha az.
Bu bir bilen "Bu miktarda cıva hastalık yapacak olsaydı, eskiden etraf otistik çocuklardan geçilmezdi" diyor.
23 Şubat 2011 Çarşamba
Dodaş'ın Cevdet Rahmetli Oldu
Bir kaç gün önce Dodaş'ın Cevdet'in yani Cevdet Şahin'in vefatını büyük üzüntüyle öğrendim. Allah rahmet eylesin.
Çete Fikri (Zengin) amcamın küçük kızı Tesmiye'nin kocası olması münasebetiyle eniştemiz olurdu. Bu nedenle çocukluğumdan beri tanıdığım bir insandı.
Benim bildiğim kadarıyla Cevdet enişte çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle örnek insanlardandı. Rahmetli iç güveyisi olmasından dolayı yıllarda geri planda kalmış, bir nevi emir kulu olmuş bir insandı. Hereco köyünde kayınpederi ile bir başka köy sakini arasında yıllar süren cedelleşmelerde ezilmişti. Bunun sonucu olacak ki köyde uzun zaman kalmadı. Yeri yurdu satıp İstanbul'a, İçmelere göçtü. Kızları gelin olmuştu. Oğlu Cevat ekmeğini çıkarır olmuştu, ama o hala çalışıyordu. Ve çalşırken de öbür dünyaya göçtü. Birilerinden gemide çalışırken dengesini kaybedip düştüğünü ve bir hafta kadar sonra da vefat ettiğini duydum. Çocukluğumda bir gün binmeyi hayal ederek bir tür sevdalısı olduğum gemilerden artık nefret ediyorum desem yalan olmaz. Onca insanımızın canına, sakat kalmasına mal oldu bu gemi işi. Biliyorum suç gemide, gemicilikte değil. Korunmasız, güvencesiz, eğitimsiz bu insanlarımızı çalıştıranlarda. Ama insanın duygu dünyası ferman dinlemiyor ki...
Köyden her ayrılan gibi o da köyünün hasretiyle yanardı. Hatta bir ara sattığı yerleri geri almak için girişimde bulunduğunu duymuş, doğrusu biraz da üzülmüştüm. Üzülmem köycülükten tam sıyırtmışken geri dönüş kapısını zorlaması nedeniyleydi. Şu ya da bu biçimde imkanı olanın köyden kurtulması gerekiyordu, kuşkusuz bu ne kadar iyi şartlarda olursa o kadar iyiydi. Ama en iyi her zaman iyinin düşmanıydı ve onu beklemek insanı iyiden de edebiliyordu.
Sobodüzü'nün Hocası
Cevdet enişteyle ilgili anılardan bir "Sobodüzü'nün hocası" muhabbetidir. Sobodüzü Hereco köyünde kır bir mevkidir. Günlerden bir gün Alaçam'dan bir arabaya biner Cevdet Şahin. Yanında rahmetli Apdilin kızı Satu ninem de vardır. Cevdet enişte İstanbul'dan çalışmadan dönmektedir. Kıyafeti o yörenin insanı için oldukça şıktır. Oralarda böyle şık giyinen kim olarabilir? Olsa olsa öğretmen ya da imam. Halkın diliyle söylersek "hoca". Araba kalabalıklaştıkça sürücü "hocam şöyle biraz yanaşsanız da birisi daha otursa" nevinden bir söz eder. Arabadaki bir başka yabancı nineme "bu hoca nerenin hocası?" diye sorunca o da "Sobodüzü'nün hocası" der. Cevdet enişteyi ve Sobodüzünü bilenler basarlar kahkahayı.
Cevdet enişteyle ilgili çocukluk yıllarımdan aklımda kalanlar:
Askerliğini bahriye olarak yapmıştı. Bahriyeli elbisesiyle askerden (ya da izinden) döndüğünü hatırlıyorum.
Çok iyi tırpan sallardı. O ot biçerken tırpan yılan gibi kayardı otların üzerinden Kol kasları güçlüydü. Anatomi derslerinde örnek olarak gösterseler diye geçerdi içimden.
Nur içinde yat Cevdet enişte.
Başınız sağolsun Tesmiye abla, Cevat, Nurgül, Nurdane...
Başınız sağolsun Benzet Amca ve Dodaş sülalesinin diğer insanları.
Çete Fikri (Zengin) amcamın küçük kızı Tesmiye'nin kocası olması münasebetiyle eniştemiz olurdu. Bu nedenle çocukluğumdan beri tanıdığım bir insandı.
Benim bildiğim kadarıyla Cevdet enişte çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle örnek insanlardandı. Rahmetli iç güveyisi olmasından dolayı yıllarda geri planda kalmış, bir nevi emir kulu olmuş bir insandı. Hereco köyünde kayınpederi ile bir başka köy sakini arasında yıllar süren cedelleşmelerde ezilmişti. Bunun sonucu olacak ki köyde uzun zaman kalmadı. Yeri yurdu satıp İstanbul'a, İçmelere göçtü. Kızları gelin olmuştu. Oğlu Cevat ekmeğini çıkarır olmuştu, ama o hala çalışıyordu. Ve çalşırken de öbür dünyaya göçtü. Birilerinden gemide çalışırken dengesini kaybedip düştüğünü ve bir hafta kadar sonra da vefat ettiğini duydum. Çocukluğumda bir gün binmeyi hayal ederek bir tür sevdalısı olduğum gemilerden artık nefret ediyorum desem yalan olmaz. Onca insanımızın canına, sakat kalmasına mal oldu bu gemi işi. Biliyorum suç gemide, gemicilikte değil. Korunmasız, güvencesiz, eğitimsiz bu insanlarımızı çalıştıranlarda. Ama insanın duygu dünyası ferman dinlemiyor ki...
Köyden her ayrılan gibi o da köyünün hasretiyle yanardı. Hatta bir ara sattığı yerleri geri almak için girişimde bulunduğunu duymuş, doğrusu biraz da üzülmüştüm. Üzülmem köycülükten tam sıyırtmışken geri dönüş kapısını zorlaması nedeniyleydi. Şu ya da bu biçimde imkanı olanın köyden kurtulması gerekiyordu, kuşkusuz bu ne kadar iyi şartlarda olursa o kadar iyiydi. Ama en iyi her zaman iyinin düşmanıydı ve onu beklemek insanı iyiden de edebiliyordu.
Sobodüzü'nün Hocası
Cevdet enişteyle ilgili anılardan bir "Sobodüzü'nün hocası" muhabbetidir. Sobodüzü Hereco köyünde kır bir mevkidir. Günlerden bir gün Alaçam'dan bir arabaya biner Cevdet Şahin. Yanında rahmetli Apdilin kızı Satu ninem de vardır. Cevdet enişte İstanbul'dan çalışmadan dönmektedir. Kıyafeti o yörenin insanı için oldukça şıktır. Oralarda böyle şık giyinen kim olarabilir? Olsa olsa öğretmen ya da imam. Halkın diliyle söylersek "hoca". Araba kalabalıklaştıkça sürücü "hocam şöyle biraz yanaşsanız da birisi daha otursa" nevinden bir söz eder. Arabadaki bir başka yabancı nineme "bu hoca nerenin hocası?" diye sorunca o da "Sobodüzü'nün hocası" der. Cevdet enişteyi ve Sobodüzünü bilenler basarlar kahkahayı.
Cevdet enişteyle ilgili çocukluk yıllarımdan aklımda kalanlar:
Askerliğini bahriye olarak yapmıştı. Bahriyeli elbisesiyle askerden (ya da izinden) döndüğünü hatırlıyorum.
Çok iyi tırpan sallardı. O ot biçerken tırpan yılan gibi kayardı otların üzerinden Kol kasları güçlüydü. Anatomi derslerinde örnek olarak gösterseler diye geçerdi içimden.
Nur içinde yat Cevdet enişte.
Başınız sağolsun Tesmiye abla, Cevat, Nurgül, Nurdane...
Başınız sağolsun Benzet Amca ve Dodaş sülalesinin diğer insanları.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)