27 Eylül 2010 Pazartesi

Orda Bir Köy Var Uzakta

Orda Bir Köy Var Uzakta


Orda bir köy var, uzakta,
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.

Orda bir ev var, uzakta,
O ev bizim evimizdir.
Yatmasak da, kalkmasak da
O ev bizim evimizdir.

Orda bir ses var, uzakta,
O ses bizim sesimizdir.
Duymasak da, tinmasak da
O ses bizim sesimizdir.

Orda bir dag var, uzakta,
O dag bizim dagimizdir.
Inmesek de, çikmasak da
O dag bizim dagimizdir.

Orda bir yol var, uzakta,
O yol bizim yolumuzdur.
Dönmesek de, varmasak da
O yol bizim yolumuzdur.

Ahmet Kutsi Tecer

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Nenemin Dilinden - IV

Nenem ben kendimi bildim bileli namazını kılardı. Bu namaz kılmalar unutulacak gibi değildi.

Kimden almıştı dini eğitimini? Bilmiyorum. "Aga"sı Satılmış (Halil Ergün) bir hayli "esgü yazu" okumuş adamdı. Ondan mı öğrenmişti bildiklerini? Sanırım daha çok kulaktan dolma denilen cinsten olsa gerekti. Bafra'da olduğu zaman "mugabele"ye gittiğini, Ramazan geceleri "terafik"leri ve öncesindeki "nasaat"ları sağlığının elverdiği nispette kaçırmadığını hatırlıyorum. Bir de "mevlüt"lere giderdi zaman zaman. Herhalde bu katılımların da dini eğitimine katkısı vardı.

"Ezen" sesi nerden duyulacak? Vakit girmiş midir diye ya "horaz"ların sesi dinlenir ya da "gün"e bakılırdı. Bu "gün"ün "eş"i yoktu, "dulunuverüdü" akşamları!

"Namazlo"su genellikle önceki yıllarda kestiği "gurban"ların postundan olurdu. Kesilen kurbanın postu üzerinde namaz kılmak sıradan bir şey değildi. Kurbanla kurban eden arasındaki ilişkiyi sürdüren değişik bir ilişkiydi bu. Kurban sahibinin sırat köprüsünden kurbanın sırtına binerek geçmesine kadar sürecek bir ilişki...

İstikbali kıble: "Döndüm gıbleye gıblem kabiye"... Sonra vakte ve kılınan namaza göre niyet: "niyet ettim Allah ırzasu uçun yasu namazunun dört irekaat sünnetini gılmıya". Peşinden tekbir. "Alla hekber" ya da "hekmer", ama asla "ekber" değil. "Ekber"i söylemek kolay mı Türk için!... "Süpaneke", "elam". Sonra zammı sure: ya "gul"ler ya "innatayna", diğerlerine nenemin ilmi nasıl yetsin? Yetmezdi ama ondaki iman ne imandı. "Kocakarının imanı" derler ya. Bazen ilim erbabı özenir ya o imana. İşte tam o imandandı nenemin imanı.

Nenemin okuduğu "elam"dan unutamadığım kısım "maliki yoğmittin"dir. "Yevm id din" Türk hançeresinde bu şekli alıyordu demekki! Başka sertleştirmeler ya da yumuşatmalar da olurdu: "iktinas"da ya da "vealattaaliin" de olduğu gibi.

Sesli okumayı severdi nenem, sessiz okunması gereken yerlerde bile. Farz namazlardan önce kamet getirdiğini hatırlıyorum. Kitabi olarak kadınların yapması gerekmeyen bir şey, ama nenem yapardı (muhtemelen namaz kılmayı erkeklerden görerek/duyarak öğrendiği için). Son zamanlarında karıştırır olmuştu sureleri. Allah kabul etsin hepsini. Ettiğine inancım tam.

İki yanındaki melekleri görüyormuşçasına verdiği selamla namazı bitirince sıra "tepsük" çekmeye gelirdi. Peşinden dua. Dua hemen daima sesliydi. Ne içten dualardı be! "Mekdep görmedük, mederese görmedük" diye başlardı. Bu işin eğitimini almamışlardan bu kadar, kabul et Allah'ım demeye getirirdi. Eminim kabul ederdi Allah. Duaları güncel olayları içerirdi sık sık. Vefatından sonra mutlaka her namazında büyük oğlu Fikri için, çoğunlukla "Fikriiiim, benide götü yanığa" diye ağlayarak dualar ettiğini dün gibi hatırlarım. Ah, ana yüreği...

Duanın ilerleyen bölümlerinde sıra ölüme gelirdi. "Aazım dilim söyleriken, teneşürlere yakuşukan vedüğün emaneti al" diye yakarırdı Allah'a. Çocukken ölüm hakkındaki bu duaların anlamını kavrayamazdık tabii ki.

Nenem dualarında istediği gibi yumdu hayata gözlerini. Şimdi Alaçam'da Asri Mezarlık'ta yatıyor. Nur içinde yatsın.

Nenemin Dilinden - III

Nenemin son demlerine kadar ciddi hastalıklar geçirdiğini hatırlamıyorum.

Boyununda ince bir kesi izi vardı. "Angarada, güvetireden ameliyet oldum" derdi sorduğumuzda. Ankara'da kaç yılında ameliyat olmuştu guatr hastalığı nedeniyle? Bilmiyorum. Muhtemelen Mahfer Hala'mın orada olduğu yıllar... Karadeniz guatr hastalığyla meşhurdu bir zamanlar. Hatta bu durum karalahana (gara mancar) tüketimine bağlanmıştı. Özellikle kadınlarda sık görülüyordu. Erkekler sağ sola gidiyor, daha değişik gıdalar alıyor ama kadınlar sadece karalahana yiyor gibi bir açıklama yapılırdı bu cinsiyet farkı için. (Evet, kadınlar erkeklere göre köyden daha az çıkıyorlardı ama köyden çıkmayan erkekler de az değildi. Askerlik yoklaması için çağrılana kadar köyünden çıkmamış kişiler bilirim. Çıkmış da ne olmuş? Samsun'a kadar gitmiş, orada çürük raporu vermişler ayağındaki aksaklık nedeniyle. Sonra köye dönmüş ve bir daha hiç çıkmamış.) Bir hormonal etki var bu guatr işinde. Samsun'da guatr ameliyatı yapacak cerrah yok muydu o yıllarda? Muhtemelen varmıştır ama nenem kızının yanını tercih etmiştir.

Nenemin doktoru "eğşi"ynen ocak ateşiydi dersem yalan olmaz. Zaman zaman geçirdiği ufak tefek hastalıklarda başını cemberle sıkı sıkı sarar, sıkıca giyinir, eğşi ezdirip bol bol içer ve ocak ateşinin yanına uzanıp ter atardı. Ocak ateşi olmadığı zaman bir türlü ısınamazdı. Arasıra tütse de, kabı kaçağı is içinde bıraksa da Yukarıkoçlulu için ocak ateşinde karşı ayak tabanlarını kızdırmak dünyanın en büyük keyflerinden biriydi. Hey gidi günler... Şimdi koca köyde ocak yanan kaç ev kaldı? "Ocak" demek aile demekti, "ocağı batasıca" en büyük beddua, "ocağı tüttürmek" en büyük gururdu. Şimdi ocakların yerini sobalar aldı. "Ocak"lar "battı" mı? Batmadı belki, ama göçe yenik düştü.

Bu arada eğşinin genellikle kışın tüketildiğini yazın daha çok şıra ya da çalkama içildiğini de belirtelim. Şıra "karacerük"ten yapılırdı. Ne kadar ekşiyse o derece makbule geçerdi. "Çalkama"da öyle. Nadiren "yoort sulama" ile yapılırdı. Yağı "yayuk"ta alınmış yoğurttan oldumuydu daha da mabuldü (tam diyet ayran!).

Nenemin zaman zaman, özellikle bacaklarında ağrı olurdu. Çoğu zaman sineye çeker seslenmezdi bu ağrılara, dayanılmaz olduğunda ise ağrısıyla konuşurdu. Yanlış bir şey yazdığımı sanmayın, nenem ağrısıyla konuşurdu. Bir yanda bacağını oğuşturur öte yandan "beni seni bilmiyoduuuumm, sen nerden geldiiiiinn, geldüüün yere giiiiit" diye ağrısını uzaklaştırmaya çalışırdı. Ağrı kesici mi? Doktor mu? Onlar da neydi nenem için.

Nenemin kendince "doktorluğu" da yok değildi. Bizden birileri hastalanınca kurşun döktüğünü hatırlarım. Bir de bazı hasta kadınlara şişe çektiğini. Ebelik yaptığını duymuştum. Çıbanlara "gara mehlem" yapar, "ayağını berkittiği" zaman kendisi sarardı.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

beddualar

adı batasıca
avu galasıca

bayguş galasıca
boyu devrilesice

canı çıkasıca

daun çıkasıca
daun tutasıca

ermiyecesice

galdumıyasıca
gara gelin olasıca
gara döküle galasıca
gıran guyulasıca
gözü çıkasıca

haram yiyesice

fireğe sataşasıca

içi barı delinesice

leş olasıca (hayvanlar için)

oca batasıca

örmiyesice

soygun çıkasıca

tamı boşalasıca (hayvanlar için)

yenürce yiyesice
yidümeyesice

zıkımın dibini/kökünü yiyesice

Yağmur hasreti

Yukarıkoçlu yağmura, suya hasret bir yerdir. Su azlığı yazın hem sulama hem de içme suyu sıkıntısı şeklinde kendini gösterir. Büyüklerimden, köyde yağmur duasına çıkıldığını duymadım ama yağmurun kıt olduğu zamanlarda çocukların yaptığı şu etklinliği babam dahil bir çok kişiden dinledim.

Çocuklar bir araya gelip bir kurbağa yakalarlar. Kurbağayı sırt üstü getirip ayajklarından yassı bir tahtanın üstüne bağlarlar. Ellerine bir torba ya da çuval alırlar. Ev ev dolaşmaya başlarlar. Her evin kapısına vardıklarında,

"Edeno, Gödeno
Tam üstünde bonduruk
Gide gide yorulduk
Ver Allam ver
Selli sulu yamur"

derler. Evden biri çocukların başından aşağı bir tas suyu serptikten sonra onlara yumurta, kuru üzüm, şeker, helva, yağlı yufka ekmeği gibi köy yerinde değerli sayılan yiyeceklerden verir.

Köy dolaşıldıktan sonra çocuklar bir ağacın dibine oturup topladıklarını afiyetle yerler.

Sabileri sevindirmek... "Fiili dua" dedikleri tam da bu olsa gerek.

(Konunun etnolojik boyutu için okuma önerisi: Doç. Dr. Orhan Acıpyam dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1039/12538.pdf )

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Nenemin Dilinden - II

Nenem, rahmetlinin dili çok renkli idi. İşte hala kulaklarımda çınlayan bazı sözleri:

"gara yağızın esmerisi", "büğdey tenlü", "albak yüzlü" bi uşak (genç bir erkeği tarif ederken)

"Ak garga getürü, gara garga götürü" (baba çalışır, kazanır; evdeki kaşık düşmanları yer bitirir)

"Yoluğun üstüne godum, toplıya toplıya gelüsün" (gençlere sitem sözüydü, benim başıma glenler sizin de başınıza gelecektir anlamında)

"Şıraaapbadana bi düşdüm" (hayatımda duyduğum en canlı düşme anlatımı, Allah kimseyi öyle düşürmesin!)

"Suyu şarıııladana açıyola" (rahmetli Yukarıkoçlu'da su sıkıntısı içinde yaşadığından şehirdeki çoluk çocuğun su israf ettiğini düşünürdü. Eeee, Sazak pınarından sırtımızda yayıkla su getirseydik herhalde biz de farklı düşünmezdik)

"Balgamın soğuntusunda gelin oldum" (Balkan Savaşı'nın son yıllarında gelin olduğunu anlatırken)

"İrembil .oku mu yedim?" (Gayba ait sorulara verdiği cevap! "İrembil" ne demek? Bilmiyorum. Baştaki "i"nin yabancı kökenli bir kelimeyi Türkçeleştirmek için konduğunu farz edersek "rembil" kalır. O da Arapçadaki "remil"den "yani fal oku"ndan bozma olabilir. İşin içindeki kehanet bouyutunu hesaba katarsak bu açıklama makul gibi görünüyor.)

(sürecek)

5 Ağustos 2010 Perşembe

Nenemin Dilinden - I

Ninem Satu Zengin'den dinlediğim maniler:

Birinci Dünya Savaşı ve ardından gelen İstikal Savaşı (Büyüklerimiz bu adı bilmezler, "seferbirlik" derler. Seferberliği birlikte sefer edilmeyi çağrıştıran seferbirliğe çevirmeleri halk irfanının bir göstergesi olsa gerek. Susun ey dilciler! Dilimizi neneler geliştirsin.) döneminde ülkemizin bazı yerinde olduğu gibi bizim oralarda da yönetim boşluklarına (müslüman ve gayrimüslüm çetelerin ortaya çıkması)ve yöneticilerin keyfiliklerine şahit olunmuş herhalde. Aşağıdaki dörtlük satıraralarında bu gerçeği ortaya koyuyor gibi.

Esgerlik makam makam
Sallan boyuğa bakam
Seferbirlik çıkalı
Gız oynattı gaymakam

***
Bu da Emine'ye yakılmış bir türküden geriye kalan bir dörtlük:

Eminem oylu musun
Minare boylu musun
Her gelen seni sorar
Altun hamaylu musun

22 Temmuz 2010 Perşembe

Yemeği Yapılan Otlar

Anam Fatma Zengin'den öğrenmeye çalıştım. Pek başarılı olamadım. Keşke hemşehrilerimiz himmet edip bilgi gönderseler de daha bilgilendirici bir şeyler yazabilsem.

eveleyük-

gırışöyük- pişirilip süzülür sıkılır azcık yağda kavrulur üzerine sarımsaklı yoğurt dökülür

mendek-

ısırgan-

dere mancarı- soğuk suda pişirilir süzülüp soğanlşa kavrulur üzerine yumurta kırılır

guş mancarı- suni gübreler çıkınca tarladan bahçeden kayboldu.

yelesen- yemeği ıspanak gibi yapılır

sirken-

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Mevki Adları

Alebozon talası
Almalık
Altı ortak
Armudun yanı

Bayramın bozu
Beş ortak

Çatal acuk
Çayıllığın talası
Çayırlık
Çıbılı galuk

Davşan alağı
Depe
Devret
Değmen ocağı
Dömbelci
Düdüklük

Eskiyaylanın yanı

Gadının talası
Gadirin düzü
Garşu galuk
Gaşın üstü
Gavağın altı
Gavur hırmanı
Geçeğin ağzı
Gıran kaluk
Gısırak gerişi
Govanın yanı
Göçük
Göğalmanın yanı
Gölün yanı

Herk aazı

Işırgan


Kerton oluk yeri
Köyün altı

Mezellik

Sadırlık
Sümünon talası

Zondal puarı
Tuna'nın öldüğü yer

Yaprak aşı

Pelit(kayın) ağacının körpe yaprakları toplanır, atlanır (temizlenir). Yıkandıktan sonra az haşlanır, sıkılır. Yağda kavrulmuş (Bulgur) dene (si) ile tencereye döşenir. Kararınca su eklenir, tuz atılır. Pişince üzerine sarımsaklı yoğurt konarak yenir.

Yaprak aşı artık yapılmıyor. Annemin "Rahmetli nenem yapardı, ne kadar lezzetli olurdu" diye özlemle anlattığı bu yemek besbelli ki harpler sırasında "misirin somağını" yiyecek kadar gıda sıkıntısı çeken insanımızın açlığa bulduğu çarelerden biri.

Kendir

Bir zamanlar Yukarıkoçlu'da "kendir" yetişirmiş. Anam Fadime Zengin kendiri ve kullanımını şöyle anlattı:

Hayvan gübresi olan yerlere, sık biçimde ekilir. Büyüyüp sararmaya yüz tuttuğunda kökünden koparılıp bağ yapılır. Bağlar göle yatırılır. Kendir yumuşayıp ipliği gövdesinden ayrılmaya başlayınca gölden alınıp kurutulur. Kuruyunca "mengenez"e kıstırılıp dövülür. Böylece lifler kabuktan ayrılır. Lifler silkelenip artıklardan temizlendikten sonra tarağa çekilir. Daha sonra orcuk kullanılarak eğrilerek ip haline getirlir. İpler küüle suya yatırılırarak (çok miktarda ise kuyulanarak) yumuşatılır. Dikişte, hayvan yuları yapmakta, çarşıdan alınan ipliğin arasına katılarak gömlek dokunmakta kullanılır.

Dokuma tezgahındaki parçalar: tarak, kücü, cımbar, tefe
İp eğirmek için malzeme: ero (o uzatılır), orcuk, arşak

18 Temmuz 2010 Pazar

Nüfus

Yukarıkoçlu'nun son nüfus sayımındaki durumu:
Kadın: 199
Erkek: 190
Toplam: 388

Sayın Çetin Koşar'a teşekkürlerimizle



Alaçam'ın Sordan (Akbulut) köyünden yetişmiş değerli araştırmacı Sayın Çetin Koşar'ın adını "Köyümüzün adı 'Yukarı' Ne?" başlıklı yazımızda (http://yukarikoclu.blogspot.com/2009/12/koyumuzun-ad-yukar-ne.html) anmıştık.

Sağ olsun, var olsun, bu yazıyı bulmuş, okumuş ve “soru ilmin kapısıdır” diyerek kendine bir görev çıkarıp "Mülküç" adının peşine düşmüş.

Çetin Bey, http://alacam.blogcu.com/mulkuc-adinin-pesinde/7211545 adresinden tamamı okunabilecek yazısında "Resmi kayıtlarda 'Mülküç' olarak geçen bu ismin Alaçam ve civarında “Mülgüç, Mülküç, Mürküç, Mürküş…” gibi birçok söyleniş şekli de vardır" diyor.(Resmiyette ilk ikisinin, halk arasında ise son iksinin kullanıldığına şahit olmuşluğumuz vardır.)

Ve Tayyar Anakök'ün Alaçam Tarihi adlı eserinde "Alaçam'ın içinden akıp giden bir çayı vardır. Adı Uluçay’dır. Bu çayın biri viraneden gelen (İnderesi), diğeri, Aşağı Mülküç'ten gelen Mülküç Çayıdır. Bu çay yazları kurur, kışları kudurur. Çok döküntü getirir. Halk bu çayın taşlarından, kumlarından, kargalaklarından faydalanırlar. Büyük seller vücuda getirdiği ve büyük zayiat verdiği de olur. 1312 Rumi senesinde (1896) bu çay taşmış 13 haneyi yıkmış, hayvanlar telef etmiş ve 4 kişiyi evinden almış götürmüş öldürmüştü. Bugün bu tehlike kalkmıştır." diyerek Mülküç adını andığını vurguluyor.

Çetin Bey, Kudret Emiroğlu'nun yayınladığı 1869'tarihli Trabzon Vilayeti Salnamesi'nin 1. cildinin 141. sayfasında köyümüzle ilgili güzel bir bilgiye ulaşmış: "Bafra kazasına mülhak Alaçam Nahiyesinde tulen iki ve arzen yarım saat mesafeli Yukarı Malkoç karyesi civarında bulunan Püskül ormanı olup bu ormandan çıkan meşe ağaçlarından kereste çıkarılarak Dersaadet’e nakl olunur."

"Püskül ormanı"nı ne yazık ki artık hatırlarda bile yok. Yukarı Malkoç ise dönüşerek yaşamını sürdürmeye çalışmış. Önce Mülküç olmuş, sonra Koçlu yapmışlar. Koçlu'ya dönüşümün bir Türkçeleştirme hevesi olduğu kesin ama Malkoç neden Mülküç olmuş bilemiyoruz. Çetin Bey'e göre "sorun ... yanlış okumaktan kaynaklanmakta".

Şöyle bir açıklama getiryor duruma Çetin Bey: " Mülküç adının temel harfleri de “M L K Ç= خ ك ل م” dir. Sıradan bir vatandaşımıza bu harflerden bir isim türetmesini teklif ettiğimizde bize önereceği isim MaLKoÇ olacaktır."

Adı geçen Trabzon Vilayeti Salnamesi'nde Malkoç o devirdeki alfabedeki harflerden hangileri kullanılarak yazılmıştır bilemiyorum. Çetin Bey'e göre mim-lam-kef-cim kullanılmış. Bu bilginin orijinal metin görülerek mi verildiğini yoksa Kudret Emiroğlu'nun okumasına mı dayanıldığını b,lmiyorum.

Çetin Bey'in konuyu benden iyi bildiğine eminim ama aklıma düşen soruyu sormamak ve araştırmamak ona saygısızlık olur diye düşündüm ve Osmanlıların "Malkoç" hangi harflerle yazdığına elimdeki Türkçe-Osmanlıca-İngilizce Redhouse Sözlüğü'nden baktım. Sözlüğün 728. sayfasında Malkoçoğlu'nu buldum. Malkoç mim-lam-kaf-cim ile yazılıyor.

Sonuç olarak... Süreç içinde "Mülküç" adının peşine düşen değerli araştırmacı Çetin Koşar ile gıyaben tanıştım (en kısa zamanda vicahi hale getirmeyi planlıyorum), Tayyar Anakök'ün Alaçam Tarihi'nden ve içinde köyümüzün adı geçen bir Salname'den haberdar oldum. Bir zamanlar bizim orlarda İstanbul'a kereste gönderilecek kadar büyük ormanlar olduğunu anladım. Malkoç'un nasıl yazıldığını öğrendim (alternatif yazım biçimleri olabillir mi?) ama Mülgüç ya da Mülküç nereden geliyor hala tatmin edici bir cevaba ulaşamadım.

Nazmi Zengin
Konya

16 Temmuz 2010 Cuma

Siyez

İlginç bir çağda yaşıyoruz. İnsanlar herkesin malı olanı kendi adlarına tescil ettirme yarışı içine girdikleri bir çağ bu. Ulusötesi denen şirketlerin dünyanın bir ucundan gelip gariban ülkelerde gariban halkların geleneksel olarak yetiştirdiği ürünleri kendi adlarına patent almalarını duyduğumda çok şaşırmıştım. Benzer bir şaşkınlığı bir beldenin yıllardır Yukarıkoçlu'da (ve muhtemelen Anadolu'nun başka bir çok yerinde) ekilip biçilen "siyez"i "Türkiye’de sadece, Kastamonu/İhsangazi’de yetişen siyez" diyerek sahiplenmeye çalıştığını görünce yaşadım.

Biilm adamları diyorlar ki...

Siyez buğdayın atasıdır. Resmi adı Triticum monococcum'dur..İnsanoğlu siyezi ekip biçmeye Diyarbakır’daki Karacadağ bölgesinde başlamış. Zor şartların bitkisi olan siyez demek ki oradan yayılmış Anadolu'ya. Besin değerli fazla olmasına rağmen veriminin az olması nedeniyle giderek daha az ekiliyor siyez.

(sürecek)

Bir Yukarıkoçlu Yemeği: Mola



Bilmecesi bile vardır "mola"nın: İt itice/Burnu sivrice.

Malzemesi un ve sudan ibarettir. Bir de eritilmiş tereyağı. Kaynar suya yavaş yavaş ilave edilen un sürekli oklava ile karıştırılırak koyulaşması sağlanır. Un suyu iyice emince kaşıkla şekil verilerek eritilmiş yağa atılır ve hemen alınır. "Mola" yenmeye hazırdır.

9 Şubat 2010 Salı

Doktorların Çektiği

Cefakar hekimlerimizin affına sığınarak

Bırakın kafası benim gibi kar yığını olmayı henüz şakaklarına ak bile düşmemiş genç dostum “Yok hocam yok... Dünyada kimseye demiyorum doktor olduğumu” diyordu, bilmiş bilmiş sırıtarak. “Şuradan çıktım mıydı sorana memurum diyorum” diye de ekliyordu.

Yıllardır benimde aklımdan geçen bu fikri eylem haline getirmiş olan genç meslekdaşıma gıpta ederek “bir denemenin tam sırası” diye düşündüm ben de. Ve ilk denememde Yukarıkoçlu'ya doğru giden minibüste doktor olduğumu gizleyince dinlediklerim. Öyle içime oturdu ki vatandaşın ettiği lafları, noktasına virgülüne kadar hıfzetim ve aynen size aktarıyorum:

“Af buyurun gıymatlu ağabeyim, bubamın böyük aptesinden gan geliyodu. Bi yannışlık yapdım zabahınan köyden alıp hasdaniye götüdüm. İlküntüye gada bekledük. İçeri girmemüzünen dışarı çıkmamuz bi oldu. Anağı satıyım doktur ta ne hasdaluğun va demeden urasını burasını iki elledi bizim ehtiyarın başladı “şunu yimiycen, bunu içmiycen” demiye. Gıymatlu ağabeyim, bu adam ağa adam, yiyümlü adam. Yimeden nasu dursun? Ulan herif bi de “diliği çıka” demesin mi? Şeytan ulan ağsulamattan bi dene kapturuyum şu doktur olacak pezeveğe dedi emme bi la havle çekip sığındım Yaradana. Dedim “doktur efendi bubamın ırahatsızluu dilinde deyil götünde götünde.” Doktur ters ters baktı baa, bi şee deyicek oldu emme yakamdaki irozeti görünce sesi soluğu kesildi. Bi şee deseydi zati anam avradım olsun unu Urus hududuna gada sürdürüdüm. Neyse gıymatlu ağabeyim, adam bi şurubunan iki hap yazdım, bunnarı şööle gullan bööle gullan dedi, biz çıkduk. Ulan benim bubam inek mi de bööle beş dakkada beşikdaş urasını burasını elleyip şurubunan filen savıcan başından. Yırttım ireçeteyi atdım bi keğara. Bi de guvatlu yel esiyodu ki gıymatlu ağabeyim u kaadın uçuşunu bi göriceedin beee. Doğru Şifa erzanesinin üstündeki dahiliye dokturuna götüdüm bubamı. Erzane üstündeki dokturla eyi olu ağabeyim. Annarsın ya erzaneciynen annaşmalu oldukları içün çok ilaç yazalla, biri tesürlü olmasa etekisi olu. Dahiliye mütasısı gara yağızın esmerisi, ince dalak, ablak yüzlü bi uşak. Parayı vericook ya, adamın aazında bal akıya.”Nerelüsün buba, geçmiş olsun buba, hacı deezemiz nası buba.” Ulan deyiceedim nerdeyse anağı mı şiittide buba buba deyip duruyon. Neyse gıymatlu ağabeyim, dinnedi, mayne etdi, ilaçlu filim istedü. Filimi çekdüdük, gersin geri doktura götüdük. Şurup yazdı, hap yazdı. Gırkiki milyon lire dutdu. Köye geldük, ilaçları vedük. On beş gün soğna gonturole gitdük. Dinnedi, mayne etdi. Bi taa filim istedi. Filim çekdüdük, gersingeri doktura götüdük. Şööle bi süzdü filimleri.”İlaçları deeştürüyok” dedi. Bu sefer şurup yazmadı, üç hap yazdı. Otuzbeş milyon lire taa tosladuk erzaniye. Bubam dutdudu “ben bu gada hapı içmem, avradını s..tiğimin dokturu beni öldürücek” deyi. Gusura bakma ağabeyim, başığı ağrıdıyom emme, bubama zorunan hapları yutduduk, on beş gün soğna doktura bi taa gitdük. Hava bi ısıcak bi ısıcak yımırta gırsan daşın üsdünde bişer valla. Maynane galabalııık...”Doktur nerde?” Dokturun çocukları pikliğe gitmişle de unnarı getümeye gitmiş. Eyi. Bekle Allah, bekle Allah. Saat onikiden üçe gada bekledük. Doktur geldi neyse, yazanesine girdi. Hemen çekdim bubamı golunda, içeri girecem hızmatcı gız salmaz. ”Sıra va emmi, bekliicen” der.” Gızım biz ırak yerden geliyok, bu üçüncü gelişimiz, gonturol olup gidicook, evimizde başga hasdamız da va” dediysem de gızı ırazı edemedük, başladuk nizaya. Niza böyüyünce gıymatlu ağabeyim, doktur yazanesinden çıkdı. Dedim “doktur bey bizük.” “Siz kimsiiz” demesin mi? Dedim “dokturum bizi tanıyamadın mı?” “Tanıyamadım”dedi. Anağı eşek govalasın, herif bizi tanımazlıkdan geldi ya ağabeyiiim. Neyse gıymatlu ağabeyim, günaanı almıyım belki de hakkatdan tanıyamamuşdu. Emme üç kere gidip gelen hasdayı tanımazsa doktur valla ben unun dokturluğundan şüpe ederim be ağabeyim. ”Biz Söpbecek köyündenük, bubamın makadından gan geliyodu ya dokturum” deyince adam ayıkdı. “Haaa” dedi bizi içeri aldı. “Hoş geldiiz” dedi. Ben de “siz de hoş geldiiz doktur bey, eylenceniz eyi geçdi mi” dedim.”Ne eylencesi” deyi sorunca “çoluk cocuk pikliğe gitmişiniz, eyi eylendiiiz mi” dedim. Herif gafasını şööle bi gıvratdı “gardaşım ben de köylü çocuğuyum, çocukları köye bıraktıydım. Unnarı almıya gitdiim. Zırt cepden aradıla hasda şoha girdi deyi. Valla dooru hastaniye geldim. Çocukla da galdı köyde”dedi. Eee böyledü bu gavanuz diplü dünya, çok para gazanusan talaşan da bööle çok olu. Neyse gıymatlu ağabeyim, gine dinnedi, mayne etdi, “eyisin dayı emme bi gonturol filmi taa çekdürelim” deyince gan beynime sıçıradı. “Doktur efendi, doktur efendi, yeter iki aydu bizi aşaa yokarı salladuğun” dedim. Herif afalladı galdı. “Erzaneciynen, filimciynen ortak olmuşun sen gardaşım, her gelişde bi saa, bi una bi etekine haraç vermekden bıkduk be gardaşım yeter Alla’n aşgına, bilemediysen bu adamın hasdalıını yolla bizi Angaraya mı olu, Isdanbula mı olu, sallama bizi artuk be doktur efendi” deyi baarmışım. Baarışmıza hızmatcı gızınan bekleşen hastaların saapları da içeri doluşdula.

(sürecek)